Nasreddin Hoca’nın Ölümüne Sebep Olan Kişi Aslında Mevlâna mıydı?

Yapılan bazı araştırmalar, halk arasında dilden dile dolanan Nasreddin Hoca’nın aslında gerçekte yaşamış bir şahsiyet olduğunu gösterirken ölümünün de Mevlâna tarafından olduğunu iddia ediyor.

Türk tarihi açısından önemli iki çağdaş şahsiyet olmalarının yanında konuyla ilgili birden fazla görüş de var. Peki neden böyle bir şey yaşanmış olsun ki?

İlk olarak Nasreddin Hoca’nın kim olduğuna değinmemiz gerek.

Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikail Bayram, “Ahi Evran: Halk Filozofundan Fıkra Geleneğine” başlıklı çalışmasında, Ahi Teşkilâtı’nın önde gelen ismi ve büyük bir düşünür olan Ahi Evran’ın, geniş kitlelerce tanınan mizahi yönüyle bilinen Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu söylüyor.

Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış olan ve özellikle Türkmen esnaf ve sanatkârlar arasında ün kazanmış olan Ahilik Teşkilâtı kurucusu olarak bilinen kişi, aslında Hâce Nasîrüddin Mahmûd el-Hûyî’dir. 

Bir isim benzerliği ve tarihteki şahsi özelliklerini de ele alınca gerçekten de bir benzerlik var gibi duruyor değil mi?

Fakat Prof. Dr. Hayri Kaplan, Ahi Evran’ın Nasreddin Hoca olmadığına dair deliller sunuyor. 

Tahrif ve Tashih eserinde, bu isimlerin yalnızca bir kâtip hatası olduğunu, Mikail Bayram’ın da bu hataya kapıldığını şöyle söyler:

“Aynı varağın biri ön yüzünde, diğeri arka yüzünde bulunan bu iki yazının aynı tarihte, aynı konuyla, içinde yer alan aynı yer ve aynı şahıs adlarıyla ilgili olup, birinin diğerinin ikinci adımı olduğunu ve daha önemlisi birinin Kırşehri diğerinin Akşehir Meclis-i Vâlâsı’ndan sadır olan iki ayrı mazbata olmadığını, ikisinin de aynı mazbatadan istifadeyle hazırlanan iki yazı olduğunu, ikincisinde geçen ‘Akşehir’de medfûn olan Ahi Evran’ ifadesindeki ‘Akşehir’ kelimesinin kâtibin sehvinden kaynaklandığını, doğrusunun ‘Kırşehri’ olması gerektiğini anlamakta zorlanmıyoruz.”

 

“Aksi takdirde, birini Kırşehri’nden, diğerini Akşehir’den çıkan resmî yazılar olarak kabul edip Bayram’ın ifadesiyle ‘Kırşehir Meclis-i Valâ’sından sadır olan bir mazbatada Ahi Evren Zaviyesi’nin ve bu zaviye postnişinlerinin Kırşehir’de oldukları kayıtlı iken Akşehir Meclis-i Valâ’sından sadır olan mazbatada ise Ahi Evren Zaviyesi ve bu zaviye post-nişinlerinin Akşehir’de olduğundan söz edilmektedir’ dersek,
Ahi Evran Zâviyesi postnişinleri Şeyh Osman ve Şeyh Abdullah’ın aynı tarihte hem Kırşehri’nde, hem Akşehir’de şeyhlik yaptıklarını, Çanakcı nâm-ı diğer Kurna Tepesi diye anılan yerin (karyenin) hem Kırşehri’nde, hem Akşehir’de olduğunu söylememiz anlamına gelir.”

Peki Mevlâna ile Nasreddin Hoca arasındaki bu düşmanlık nereden geliyor?

Mikail Bayram’ın bir diğer söylediği şey; Nasreddin Hoca’nın, Mevlâna’nın müridi olan Nûreddin Caca tarafından öldürülmesidir. Kaplan’a göre ise Bayram’ın çalışmasında yer alan mekânlar da farklılık gösteriyor.

Mikail Bayram’ın naklettiği cümlelere bakılınca, Nûruddîn Caca’nın Kırşehir emîri olduğu fakat bu olayın Kırşehir’de değil, Aksaray’daki Sâlime Kalesi’nin bulunduğu yerde gerçekleştiği görülüyor.

Caca, Aksaray ve çevresinde 6 ay boyunca isyanını sürdüren Esed(üddîn) Emîr Âhur Sâlime Kalesi’ne yerleşmiştir. Bu kaleyi ordusuyla kuşatıp onu ve ona tabi olan isyancıları, yani Hâricîleri öldürmüştür.

Bayram’a göre gerginlik, Mevlâna’nın Moğol ajanı ve Nasreddin Hoca’nın Türkmen olmasından kaynaklanıyordu.

Görsel yapay zekâ ile oluşturuldu.

Mikail Bayram, Mevlâna’nın Moğol ordusunu desteklediğini öne sürerken Nasreddin Hoca’nın ise Moğol istilasına karşı direndiğini belirtiyor. Mevlâna’nın İran’a olan yakınlığı zaten bilinen bir gerçek. Fakat Moğol ordusuna karşı tutunduğu tavır tamamen başka.

Bayram’a göre Mevlâna, Nasreddin Hoca’yı sapıklıkla suçlamış, onun çocuğu olmadığı için alay etmiş ve eş cinsellikle itham etmişti. Fakat kayıtlara bakıldığında Nasreddin Hoca’nın bir kızı olduğu görülüyor. Yani Mikail Bayram’ın araştırmasının doğruyu yansıttığını söylemek zor.

Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve Nasreddin Hoca çağdaştırlar.

Bu dönemlerde Selçuklu tahtında Gıyaseddin Keyhüsrev vardı. Anadolu ise kaos içindeydi ve Babai İsyanı gibi büyük olayların fitili ateşlenmişti.

Bu zorlu dönemde Mevlâna, devletin istikrarını sağlamak için Keyhüsrev’i uyarırken Hacı Bektaş-ı Veli ise akıl ve birlik temsiliyle ön plana çıkıyordu. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Hacı Bektaş Teşkilâtı’nın liderliğindeki Anadolu’da geniş bir tabanı bir araya getirme çabaları, Mevlâna tarafından da takdirle karşılanıyordu.

Devlet, Moğol tehdidiyle sarsılıyordu.

Babai İsyanı’nın yarattığı karışıklık, Moğolları da harekete geçirdi. Moğol ordusu, Selçuklu İmparatorluğu’nun zayıflığını görerek Anadolu’ya saldırdı. Kösedağ Savaşı’nın sonucu ise tam bir yıkımdı.

Anadolu’nun karmaşık ve işgal dolu dönemlerinde, Hz. Mevlâna’nın Moğol hakimiyetine karşı aldığı tutum, bazıları tarafından eleştirilse de aslında derin bir stratejiyi yansıtıyordu. Mevlâna, Moğol gücünün Anadolu’nun manevi dokusunu eriteceğine ve yeni katliamlara neden olacağına inanıyordu. Bu yüzdem Moğol hakimiyetini kabul etmek ve onlarla iş birliği yapmak, Anadolu’nun uzun vadeli çıkarlarına hizmet edeceğini düşünüyordu.

Ahi şeyhlerinin ise bağımsızlık ve İslam inancına olan bağlılıkları, Moğollara karşı direnişlerini tetikliyordu. Onlar da Moğol baskısı altında zorlu bir dengeyi korumaya çalışıyorlardı. Mevlâna’nın ajan olduğunu iddiasının ötesinde Nasreddin Hoca’yı öldürtmek gibi bir eyleme girişmesi akıl kârı gibi durmuyor.

Aynı çağda yaşamış olsalar bile tarihî kaynaklara göre ikisi bir kez bile karşılaşmamıştır.

Kaynaklar: TDVİA, TEİS, Independent, Hayri Kaplan, Mikail Bayram

İlginizi çekebilecek tarihi içeriklerimiz:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir